İnsanın yaşadığı hayat içerisinde koruyup gözetmesi gereken özelliklerinden biride sadakati/doğruluğudur. Yani hakka/doğruluğa/ gerçeğe meyletmesidir. Bulunduğu her ortamda doğru adam nitelemesini hak etmesidir. Yeryüzündeki bütün varlıkların belli özellikleri olduğu gibi insan türünün en önemli özelliği de doğruluk ve hakşinaslığıdır. İslam’ın insanlık serüvenine yüklediği anlamlardan biri de hiç şüphesiz insanın bu özelliğini koruması için mücadele etmesidir. Aslında hayat; bir hak/doğruluk-batıl/ yalan mücadelesidir. Kişi bu özelliğini koru(ya)madığı andan itibaren savunma sistemi çökmüş, kendini darbelere karşı korunaksız bırakmış, itibar ve onurunu ortalık malzemesi yapmıştır. Eşrefi mahlukat olarak yaratıldığı için insanın, eşrefiyet DOĞRULUK KİŞİYİ CENNETE GÖTÜRÜR özelliklerini koruması esastır. Gerçeğe meyletmek, doğruya taraftar olmak, kendinden dahi olsa haksızı savunmamanın selim fıtrata sahip olan insanların öncelikli özellikleri olduğunu ifade etmemiz gerekir. İslam dini, insanların bu özelliklerini koruyup güçlendirmeleri için zemin hazırlamak,bu ahlakı görünür kılmak ve kalıcı hale getirmek için de gönderilmiştir. İnsanlar inanmayabilirler ama insanlıklarını korumakla mükelleftirler. İslam’ın beşeri ve fıtri özellikleri koruduğu doğrudur ancak fıtri olan bu özellikler aynı zamanda herkes için evrensel anlamlardır. Bu değerlerin bütün kültürlerde/dinlerde ve medeniyetlerde yeri ve tabanı vardır. İslam, fıtri yapımıza en uygun olan din olduğundan bu özelliklerin özellikle korunmasını esas almıştır. ‘İnsanlar, aynen altın ve gümüş madenleri gibidirler. Cahiliye zamanında hayırlı olanlar, İslam’a girip onu iyice kavradıklarında yine en hayırlılardan olacaklardır.’ (Buhari, Müslim)
İslam davasının farklı tablolarında gördüğümüz üzere, Müslüman olmayan fertler, İslam mesajını kabule yanaşmazlarken insani vasıflarını korumayı ihmal etmemişlerdir. İslam Peygamberini Mekke’den Medine’ye götüren rehberin henüz o sırada Müslüman olmayan Abdullah ibn Uraykıt olduğunu unutmamalıyız. Bazı Müslümanları, yaşadıkları işkencelerden kurtarmak için onları kendi özel himayelerine alan ve bunun için bedel ödeyen müşrikler olmuştur. Bu hassasiyet,kişinin yaşadığı toplumda adının, sözünün, tavır ve itibarının önemli bir karşılığının olduğunu bilip sözün ve emanetin yere düşmemesi gerektiğini bilme hassasiyetidir. Bu hassasiyet, aynı zamanda ağızdan çıkan kelimenin sorumluluk gerektirdiğini fark etmektir,kelimeyi korumak için ne gerekiyorsa onun için bedel ödemektir. Ne yazıktır ki günümüz insanları evrensel bu değerleri öyle bir duruma getirdiler ki ‘dün dündür, bugün bugündür’ mantığıyla kişiler ve toplumlar arasında güven ve emanet adına hiçbir şey bırakmamışlardır. Müslümanlar olarak bizlerin bu konuda temel almamız gereken husus; insaniyet ve İslamiyet açısından bu değerlerin dünya gündeminden düşürülmemesine çalışmak ve bu konuda dünyaya örnek/üstad/kılavuz olmaktır.
Sözün doğru olması gerektiği gibi o sözün yere düşürülmemesi çok önemlidir. Uğruna bedel ödenecek sözün bir değeri, bir heybeti ve bir ağırlığının olması gerekir. Hak ve hakikat her ne ise, kişilerin menfaatine zarar veriyorsa dahi doğruyu söylemesi, onu öne çıkarması, üstünün kapatılmaması gerekmektedir. Aksi takdirde bu davranış hem dünya da üzüntü hem de ahirette utanç olacaktır. İslam doğruluğa o denli dikkat eder ki kişinin rüyasında görmediği bir hususu bile gördüm demesini kabul etmez, yasaklar.
Tespitini yapmaya çalıştığımız konunun daha iyi anlaşılmasına vesile olacak birkaç hatırlatmayı dikkatlerinize sunuyoruz.
“Doğruluk, insanı iyiliğe, iyilik de cennete götürür. İnsan, kendini bir kere doğruluğa verip o yola yöneldi mi, hep doğru söyler, doğruyu araştırır; böylece o insan, Allah katında sıddîk/doğruluğu huy edinen olarak yazılır. Yalan ise insanı, fücura/günaha, o da cehenneme ulaştırır. Bir insan, kendini yalana kaptırıp yalan söyleye söyleye neticede Allah katında kezzâb/yalancı olarak yazılır.” (Buhari, Edeb)
Kişi her duyduğunu yaymamalıdır. Her duyduğunu yayması o kişiye günah olarak yeter. Araş- tırmalı, kesinleştirmeli ve Rabbinin kendisinden istediği ahlaktan da ayrılmamalıdır. Yaydığı bilgi yanlışsa kamuoyunu aldatmış, iftira etmiş ya da gıybet etmiş bir duruma düşmüştür. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Her duyduğunu anlatması/ yayması kişiye günah olarak yeter!” buyurmaktadır. (Müslim)
Kişi kendini konuşma şehvetine teslim etmemeli, ya hayır konuşmalı ya da susmalıdır. Bir karşılığı olmayan, üzerine pratik bir iş bina edilmeyen, boş ve anlamsız konuşma/espri/ tespitten kaçınmalıdır.
‘Allah’a ve ahiret gününe iman eden, ya hayır konuşsun ya da sussun.’ (Buhari, Edeb) İnsanların kafasını karıştıracak, bilgiyi kirletecek, doğruya ulaşılmasını zorlaştıracak spekülatif söylemler, mübalağa, çarpıtma, yanlı anlatma, yapmadığı şeyi yapmış gibi ima etme, kelimelerle oynama, iki manaya gelecek kelime kullanma, dramatik anlatım, olayın bir tarafını anlatıp diğer tarafı anlatmama, kendisi olayın merkezinde olduğu halde olayı kendi dışında gelişen bir tavırla anlatma, içinde gizlediğini açığa vurmayarak asıl söylemek istediğini gizlemek, örtülü konuşmak, dolaylı konuşmak, olayın sahibiymiş gibi konuşma türünden yaklaşımlar kişinin itibarını zedeleyecek ve Yüce Allah’ı gücendirecektir. Kişinin içindeki sözünün ağzından çıkan sözden farklı olması bizi gerçeklere ulaştırmayacak, akla bin bir türlü ihtimali getireceğinden çok tehlikeli bir süreç olduğunu ifade etmek durumundayız.
Bir kişi doğruyu batıl, batılı da doğru gösterecek bir kabiliyette olabilir. İkna gücü ve etkisi çok güçlü olabilir. Haksız olduğu halde bu etki ve kabiliyetinden dolayı su üstüne çıkıyor ve bir hakkı ihlal ediyorsa, bilsin ki Allah onun hasmıdır. Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bana dâvanızı getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim, (kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmemiştir, vahiy gelmeyen konularda ben ancak re’yimle/ görüşümle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nisbetle delilini daha etkili anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim, her kime, kardeşine ait bir hakkı hükmeder ve verirsem sakın onu almasın, ben ona bir parça ateş vermiş olurum…”(Buhari, Ahkâm)
Sonuç olarak; onurunu düşünen Müslüman bir fert, hakla beraber hareket etmeli, kurnazlık yapmamalı ve doğruyu hiçbir şeye kurban etmemelidir. Doğru ve gerçek olanı his ve şehvet örtüsüyle kapatmamalıdır. Lehine de olsa aleyhine de olsa hak adamı/sadakat timsali/sözünün eri olmalıdır.
Kişi ne konuştuğunu iyi bilmeli, ağzından çıkacak sözü terbiye etmeli, muhatabının seviyesine uygun hale getirmelidir. Gönül kırmamalı, gönül almalıdır.
Söz bir oka dönüşürse bir müddet sonra o sözlerin sahibi karşısında dost değil düşman bulacaktır. “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Muhakkak Rabbin yolundan sapanları en iyi bilendir. O doğru yola girenleri de en iyi bilendir.” (Nahl, 125)
Hasbi olmak, açık olmak ayağıyla intikam ve rövanş halinde olmamalıdır. Hakkı, hikmetle arkadaş etmeli, her şeyi konuşmanın hakkı olmadığını bilmelidir. Söz namustur, ortalıkta sahipsiz bırakılmamalı, sahiplenilmeyeceği ve sırt dönüleceği bir hale terk edilmemelidir.
Büyük şair ve mana üstadı Yunus Emre’nin bu anlamda söylediği terennümler canlılığını hala korumaktadır:
Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı
Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz
Öyle sözler vardır ki insanları birbirine düşürür; kavgalara, savaşlara sebep olur. Öyle sözler de vardır ki savaşları sona erdirir; sulh ve sükûna vesile olur. Nice dost meclislerinin içlerinden birinin patavatsızca söylediği yakışıksız bir söz yüzünden küskünlüklerle, kırgınlıklarla, hatta kavgalarla dağıldığını görmüş ya da duymuşuzdur. Tarih kitapları bir devlet başkanının enini sonunu düşünmeden, sorumsuzca söylediği talihsiz bir söz yüzünden devletler arasında çıkan kanlı savaşlardan söz eder. Tabii ki bu noktada sözün nerede, ne zaman ve kime söylendiği kadar, kimin tarafından söylendiği de çok önemlidir.
İnsani ilişkilerimizin zedelenmesinde bilinen en önemli hatalarımız; üslup hataları, acele hüküm verme, önyargılı olma ve bunların etkisiyle tavırların cümlelere dökülmesidir. Hüsn-ü zan, iyice araştırma, kelimenin en güzeli ile ifade etmek varken kırıcı, zedeleyeci, ima edici, suçlayıcı ve hafife alır bir tavırla konuşmak; başta konuşan olmak üzere herkese zarar verecektir. “İnsan hiç bir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen ve dediklerini kayda geçen bir melek hazır bulunmasın.” (Kaf, 18)
Konuşma, araştırma ve tespit,hatayı bulma odaklı değil,doğruyu bulma odaklı olmalıdır. Eğer araştırma neticesinde herhangi bir hata tespit edilmişse dahi bu, bir ahlak çerçevesinde iyice öğrenilmeli, açıklama talep edilmeli, bir cerrah maharetiyle bilgiye ameliyat yapılmalıdır. Yapılması gereken -her iki taraf için- nasihatse nasihat, tevbe ise tevbe, açıklama ise açıklama, af ise af… “Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü göz, kulak ve kalp hepsi bundan sorumludur, mutlaka sorguya çekilecektir.” (İsra, 36)
Her insan, ferdi ve sosyolojik ilişkilerin hızlı bir şekilde geliştiği böylesi bir ortamda yalan veya fitneye sebep olacak bilgi ile karşı karşıya kalabilir. Bunlara araştırmadan inanmak, hemen kabul etmek akıl sahibi olan insanların kabul edeceği bir tavır olmamalıdır. Günümüzün hızlı teknolojik çağında birçok haber kaynağını takip ediyor ve bu kaynakların verdiği bilgiler doğrultusunda analiz ve önermelerde bulunuyoruz. Bu konudaki kuralımız şu ayet olmalıdır. “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığını- za pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurat, 6)
Recep SONGÜL
Davet ve Kardeşlik Vakfı Yön. Kur. Başk
Bu yazı Davet Mektebi Dergisinden Alınmıştır